Son Tahminler

Natalie Portman tamam, Colin Firth tamam. Ben de herkesle aynı fikirdeyim. Yardımcı erkek oyuncu Oscar'ı  için benim gönlümden Geoffrey Rush geçiyor; ama Christian Bale alırsa da hiç üzülmem. Bu iki oyuncu da muhteşemlerdi bence. Yardımcı kadın oyuncu adayları içinde favorim Melissa Leo, bence çok iyi bir performanstı. Helena B. Carter'ı çok sevmeme rağmen bu rolünde beni çok etkilemedi açıkçası. En iyi orjinal senaryoyu Inception veya The Fighter, En iyi uyarlama senaryoyu da The Social Network almalı diye düşünüyorum. Ama sıra en iyi filme gelince kim alır, The Social Network mü, The King's Speech mi yoksa sürpriz bir film mi Oscar'ı kazanır, bir türlü karar veremiyorum ve çok meraklanıyorum. Ama aklımdan hep oyların çok bölüneceği ve az bir farkla en iyi filmi Toy Story 3'ün kazanacağı geçiyor. Hayalperest miyim acaba :)


Oscar Hakkında Bir Yazı

Kediler ve Kitaplar en çok sevdiğim bloglardan biri.  Çavlan'ın Oscar adayı filmler hakkında çok güzel bir yazısı var, ben de paylaşmak istedim. Okumak için buyrunuz:

83. Oscar Ödülleri: En İyi Film Adayları
  
    

The Social Network



Filmi izlerken şunu düşündüm. Facebook'un bu kadar popüler oluşunun arkasındaki hikaye gerçekten de çok ilgi çekici. Sinemada da iyi bir hikayeyi anlatabilmenin yolu senaryodan ve kurgudan geçiyor bence, tamam.  Ama bu kadardı film benim için. Facebook'u öğrendim, Mark Zuckerberg neler yapmış gördüm. Fincher her şeyi tertemiz halletmiş, aynen beklediğim gibi. Bu kadar...

Mark Zuckerberg'ün masabaşında hırslı hırslı "If you guys were the inventors of Facebook, you would have invented Facebook" dediği sahne de filmde en çok etkilendiğim sahneydi. 



Oscar Weekend



Sinemanın en ihtişamlı ödül töreni Akademi Ödülleri bu pazarı pazartesiye bağlayan gece sahiplerini buluyor. Küçüklüğümden beri Oscar'ı yakından takip eden biri olarak Oscar temalı bir haftasonu oluşturmak istedim. Umarım hoşunuza gider. Yandaki anketlere oy vermeyi unutmayın. Sizce Oscarlar kimlere gitmeli bu sene?



Black Swan



Uzun zamandır sinemada bu kadar sancı çektiğim bir film daha hatırlamıyorum. Özellikle filmin son yirmi dakikası nefesim kesildi diyebilirim. Nina'nın beyaz ve siyah arasında, sanrılarla ve acılarla dolu değişimi, dönüşümü ve mükemmele ulaşma çabası... Black Swan'ı kesinlikle beyazperdede izleyin.

Filmde en çok etkilendiğim sahne Siyah Kuğu'nun dans sahnesiydi. Natalie Portman ve sahnenin  görselliği  muhteşemdi.


  

Çağatay'dan Bir Sahne



I have no idea to this day what those two Italian ladies were singing about. 
Truth is, I don't want to know. Some things are best left unsaid.

(The Shawshank Redemption)

http://www.youtube.com/watch?v=lSzatzy8WvM

  

The Shawshank Redemption



Filmin o muhteşem sonuna kadar sinir sistemim hafif bir çöküntüye uğradı; ama o meşhur sahnede öyle bir kaptırıyor ki insan kendini, sanki ben yaşamışım gibi etkilendim :)
(Hollywood'un sessiz sakin ama zeki karakterleri anlattığı filmlere karşı zaafım var benim. Akıl Oyunları'nı izlerken de aynısı olmuştu.)
O kadar sahne arasından filmin en meşhur ve en klişe sahnesini seçmek istemezdim; ama o an yaşadığım duygu selini inkar edemiyorum maalesef. (bkz: yukardaki resim)
Bir de Gilda'yı izledikleri sahne ve sonrasında Red'in Rita Hayworth'u Andy'ye getirmesi bence unutulmaz  bir sahne.

http://www.youtube.com/watch?v=C0RZNIFZxoY

Thelma & Louise



Yol filmleri denilince akla gelen ilk filmlerden biri olan Thelma&Louise, beklenmedik bir yolculuğa çıkan iki kadının her şeye meydan okuması üzerinden ilerleyen bir film. Ufak bir tatil planı, Thelma ve Louise için bir özgürlük arayışına dönüşüyor ve belanın da  yolculuğa dahil olması ile Thelma ve Louise, aranan iki kanun kaçağına dönüşüyorlar. Thelma&Louise kadının toplumsal cinsiyet kimliğini tersyüz eden ve adaletin ve özgürlüğün aslında ne kadar da eril tanımlandığını gösteren bir film. Tecavüze yeltenen bir adamı vurmak başka bir erkeği kahraman yapabilecekken, kadını zan altında bırakabilecek, yalancıya dönüştürebilecek bir neden mesela.

Filmde Thelma'nın biraz çıldırdım galiba demesinin üzerine Louise çok güzel bir cevapla karşılık veriyor. Sen hep çılgındın Thelma, bu sadece senin kendini gösterebildiğin ilk fırsatın. Filmin çok kısa bir özeti sanki bu sahne.



  

Casablanca



Rick: You know what I want to hear. 
Sam: No, I don't. 
Rick: You played it for her, you can play it for me! 
Sam: Well, I don't think I can remember... 
Rick: If she can stand it, I can! Play it! 


   

The King's Speech



Yanıp sönerek canlı yayın uyarısı veren ışığın Colin Firth'ün yüzüne vurduğu sahne ve o an Colin Firth'ün yüzündeki ifade... Colin Firth ne muhteşem bir oyuncudur öyle. 

Henüz Oscar yarışındaki tüm filmleri izlemedim; ama favorim şimdilik The King's Speech.

  

Let Me In



Hepimizin bildiği üzere güneşte parıl parıl parıldayan ve  kansız yaşayabilen vejeteryan vampirlerin olduğu bir Twilight dünyası var günümüzde ve bu durum pek çok vampir filmleri hayranını kızdırıyor aslına bakılırsa. Nerede o vampirlerin eski karizması, kudreti ve vahşiliği dedirten bir durum bu. Kansız vampir filmi mi olurmuş yahu, vampir dediğin insanın boynuna bir atladı mı bütün kanı emene kadar bırakmaz benim bildiğim diyip daha fazla Twilight karalama kampanyası yapmayacagım; ama konuyu burada Let Me In'e çevirebilirim diye düşünmekteyim :) 

Let Me In vampirseverleri oldukça tatmin ettiğini düşündüğüm, türün geleneklerine ve olmazsa olmazlarına bağlı bir film. Genel olarak çok büyük efektlerin kullanılmadığı, gösterişsiz, loş ve bulanık sahnelerin çoğunlukta olduğu bir film. Filmdeki gerilim unsuru zoraki ve yapay durmuyor ve filmdeki hikayenin inceliğiyle güzelce paslaşıyor.  (Abby ve Owen'ın ilişkisi)

Benim filmde en çok etkilendiğim sahne filmin en iddialı ve gösterişli sahnesi aslında. Bir vampirin güneş ışığına maruz kalınca başına neler geldiğine tanık olduğum bu sahne tansiyonumu yükseltmiş olabilir. Bu sahnenin ve birkaç avlanma sahnesinin  filmde gerilimi birden arttıran, Let Me In'in tuzu biberi denebilecek sahneleri olduğunu da belirteyim. 

Some Like It Hot



En sonunda blogumun Jesus'u Marylin Monroe'dan bir sahne geliyor :)
Some Like It Hot, Marylin Monroe ile özdeşleşmiş bir film ve yapılan çoğu ankette sinema tarihinin en iyi komedi filmlerinden biri seçiliyor. Filmin neşesi ve enerjisi çok yüksek ve mizah yönü çok kuvvetli. Some Like It Hot'ı izlerken sanki tüm komedi filmlerinin ilham kaynağını izliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Singing In The Rain kadar keyifli bir filmdi. Filme Marylin Monroe'nun zerafetini ve romantizm dozu yüksek müzik performanslarını da dahil edince ortaya Marylin Monroe'yu efsaneleştiren bir yapım çıkmış.

Some Like It Hot'ın en çok eğlendiğim sahnesi vagondaki parti sahnesiydi. Ufak bir içki arayışının vagonda dev bir partiye dönüşmesi, herkesin zincir şeklinde birbirini uyandırıp partiye davet etmesi ve Jerry'nin çileden çıkarması çok keyifliydi. İzlemek isterseniz 

   

The Fighter



The Fighter'ı Hollywood'dan klasik bir dövüşçü filmi daha çıktı önyargımla izlemeye başladım; ama film dallanıp budaklandıkça filmden beklentimin çok çok üzerinde bir keyif aldığımı itiraf etmeliyim. En başta Micky'nin mütevazılığı ve egoistik bir kahraman olmaması The Fighter'ın sizi ters köşeye yatıran en önemli yanlarından biri. Karşınızda kafası karışık; kardeşiyle, annesiyle ve sevgilisiyle orta noktada buluşup sorunlarını çözmeye çalışan, abisinin başarısının gölgesi altında kalmış, bir yandan da boks kariyerinde başarı sağlamaya çalışan kararsız bir boksör var. 

The Fighter'da tüm diğer çok başarılı oyunculukların yanı sıra Melissa Leo'nun canlandırdığı Micky'nin annesi Alice karakteri benim filmdeki favori karakterimdi. Alice iki boksörün de hem annesi hem menajeri. Kalabalık bir aileyi idare ediyor ve her zaman tüm otoriteyi de elinde tutmak istiyor. Bu bağlamda Melissa Leo'nun çok derin bir karakter yarattığını söyleyebilirim. 

Bir de filmin en sevdiğim yönlerinden biri Dicky'nin sivriliğinin, Micky'nin sakinliği ve mütevazılığı ile çok güzel paslaşmasıydı. Filmi izlerken Dicky çok öne çıktı veya Micky çok geri planda kaldı diyemedim. Galiba burda senaryonun iyi yazılmış olmasının etkisi büyük. Ayrıca Christian Bale'in tam da akademi üyelerinin seveceği cinsten bir karakteri çok başarılı canlandırdığını belirteyim. Kendisi az önce Bafta'yı alamasa da Oscar'ı alır diye düşünmekteyim :)

Gelelim filmden seçtiğim sahnelere. Filmde boks maçlarının, aynı televizyonlarda yayınlandığı gibi sunulması The Fighter'da teknik yönü çok başarılı olan sahneler. Karıncalı ve canlı görüntüler, boksörlere yapılan yakın plan çekimler ve tepeden ring çekimleri sanki film değil de televizyonda canlı maç izliyormuş hissi uyandırıyordu. Bir de "Ward vs. ......" sahnelerini beğendiğimi söyleyebilirim. Bu boks sahnelerini izlerken, umarım sahneler Rocky 'ye veya Raging Bull'a dönüşmez umuduyla izledim ve o sahnelerden daha sade olmasına sevindim.


Dogtooth



Dogtooth geçen senenin en çok konuşulan filmlerinden ve bu senenin de en iyi yabancı film Oscar adaylarından biri. Film, bir ailenin çocuklarını dış dünyadan korumak için uyguladıkları absürd ve abartı uygulamalar üzerinden ilerliyor. Mesela çocuklar en fazla evin çitlerine kadar gidebiliyor ve dış dünyayla,  cinsellikle ilgili merak uyandırabilecek kelimeleri yanlış öğreniyor. (Örneğin çocuklar için otoyol bir rüzgar türü, seyahat bir kaplama maddesi, vajina bir lamba çeşidi) Dışarısı sadece babanın gidebileceği, canavar kedilerin onları parçalama ihtimali olan bir yer.

Benim filmde en çok etkilendiğim sahne, babanın dinledikleri müziği çocuklara büyükbabalarının bir şarkısı olarak tanıtması ve Frank Sinatra'dan Fly Me To The Moon çalarken çocuklara bu şarkıyı tercüme etmesi:

Babamız bizi sever, annemiz bizi sever.
Biz onları sever miyiz, evet severiz.
Kardeşlerimi çok severim, onlar da beni sever.
İlkbahar evimize dolar, kalbimizden taşar.



Kosmos



Kosmos'u nihayet izleyebildim. Muhteşem bir görsellik, derinleştiğini sandığınız an anlamsızlaşan dialoglar, inanmaya başladığınız an yapaylaşan karakterler... Kosmos'un gerçeküstü dünyasındaki bu kurgusal, yapay  düzen çok farklı bir seyir zevki sunuyor. Bir bütünlük oluşmaya başladığı an dağılıyor film sanki. Reha Erdem'in bu sürreel dünyasından çok etkilendiğimi söyleyebilirim. 

Tüm bu saydıklarımdan da öte bence filmin en muhteşem yönü sesiydi. Ses hem teknik olarak hem de filmin içeriğinde çok büyük bir role sahipti ve çok uzun zamandır sese bu kadar hakim, sesi bu kadar iyi kullanan bir film izlemediğimi söyleyebilirim.

Filmde en çok etkilendiğim sahneler de sesin çok öne çıktığı sahneler. Görsel olarak çok iddialı sahnelerden ziyade, ördeklerin kar üzerinde koşuşturduğu bir sahneye hayran kaldım mesela. Kameranın kovalamacası ve ördeklerin karda koşuşturmasıyla ortaya çıkan görüntü ve sesler çok etkileyiciydi. Ayrıca Kosmos ile Neptün'ün   çıkardıkları seslerin ilişkilerindeki en önemli faktör oluşu da filmin en farklı ve en etkileyici unsurlarından biri.


Biutiful



Biutiful'un Inarritu'nun filmografisinde farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum. Bu sefer kesişen hayatlar, uzak mesafeler veya kronolojik bozukluklar yok. Biutiful, ana karakter Uxbal'ın illegal göçmenlere iş ayarlaması, iki çocuğuna elinden geldiğince iyi  bir baba olmaya çalışması ve bir yandan da kendi hastalığıyla boğuşması üzerinden ilerliyor. Tabi Uxbal'ın mistik yönünü de unutmamak gerek. Ben bu metafizik unsurun filme yakıştığını, bir orjinallik kattığını düşünüyorum. Ruhun 21 gram oluşunun ötesine geçmiş bu sefer Inarritu.

Biutiful'un tek bir karakterin üzerinden ilerlediğini düşününce de Javier Bardem'in çok başarılı bir performans sergilediğini ve beni Uxbal olduğuna inandırdığını söyleyebilirim. Ayrica Barcelona'nın arka sokaklarını ve keşmekeşliğini Inarritu'nun hareketli ve bol ışıklı sahnelerinden izlemek keyifliydi. Ama filmde beni içine çekemeyen, bağlayamayan bir şey vardı. Uxbal'ı tanıdıktan ve anladıktan sonra heyecanımı yitirdiğimi söyleyebilirim. Olay örgüsü çok sıkı ve vurucu olmasına rağmen bazı olan-bitene bir türlü şaşıramadım ve filmin yer yer derinleşemediğini düşünüyorum. Nedense aynı hissi 21 Gram'dan sonra izlediğim diğer Inarritu filmlerinde de duymuştum. Yine de filmin görüntüleri ve temposu, olayların akışı ve işlenişi beklediğim gibi oldukça başarılıydı.  Filmin bu yönlerinden büyük bir zevk aldım Biutiful'u izlerken.

Gelelim filmden seçtiğim sahnelere. Bence polisin zenci seyyar satıcıları kovaladığı sahne tempoyu tavan yaptıran, çok başarılı bir sahneydi. Kameranın da koşarcasına hızlı hareket ettiği sahneler, kovalamacada görüntülenen detaylar ve bu sahnedeki ses unsuru çok etkileyiciydi.

Bahsetmek istediğim bir diğer sahne çok önemli bir spoiler içeriyor, o yüzden dalgaların kıyıya vurduğu sahneyi çok beğendim diyip geçiyorum. İzleyince ne demek istediğimi anlarsınız bence :)

Sonuç olarak Biutiful kalbur üstü bir film, izlemenizi tavsiye ederim. Ben hala 21 Gram'a takılmış durumdayım,  ondan daha iyi bir Inarritu filmi bulamadım karşımda; ama Biutiful'u izlemek keyifli ve tatmin ediciydi.

http://www.youtube.com/watch?v=m_OrqZQV8p8

Şubat Başlarken

Her yerde film listeleri görüyorum: ölmeden önce izlemeniz gereken filmler, 90'ların en iyi filmleri, 2010'a damgasını vuran filmler, Oscar yolunda ipi göğüsleyecek filmler, vs...
Uzun bir süredir göz gezdirdiğim bu listelerden ben de etkileniyorum ve bu ay için ben de bir liste oluşturmaya karar verdim. Hem festivallere damgasını vuran filmlerden hem de hala izlemediğim için utandığım,  kült filmlerden oluşan bir şubat listesi yaptım kendime. Bu ayın teması da dolayısıyla şubatta izlemem gereken filmler gibi bir şey oldu. Ama bu listeyi bir gereklilik olarak tanımlamak istemediğim için gelin "şubat listesinden sahneler" diyelim bu ayın konseptine :)

Aslında bir nevi bir meydan okuma yarattım kendime bu ay, izlediğim filmlerden vazgeçip izlemediğim filmleri seçerek. Bu sayede bolca film izleyeceğim ve sahnelerin yanı sıra filmlerle ilgili düşüncelerimi anlatabileceğim genel eleştiri yazıları da yazabileceğim. 

Şimdi listemin kısa bir tanıtımını yapmak istiyorum. Üç başlığa böldüm listemi. İlk olarak hala izlemedim yahu ben bunları dediğim ve de çok merak ettiğim filmleri seçtim. İlk başta aklıma şu filmler geldi:

  • The 400 Blows
  • ½
  • Casablanca
  • Thelma&Louise
  • Grease
  • Pulp Fiction
  • 12 Angry Men
  • Taxi Driver
  • A Clockwork Orange
  • Big Lebowski
  • Some Like It Hot
  • Blow-Up
  • The Shawshank Redemption

Daha sonra 2009 ve 2010'da izlemek istediğim, festivallerde ses getiren filmleri koydum listeme.
 

  • Antichrist
  • Copie Conforme
  • A Serious Man
  • Broken Embraces
  • Kosmos
  • Let Me In
  • Dogtooth
  • Mother

Ve son olarak da bu yıl bolca ödül toplayan ve Oscar adaylıklarıyla konuşulan filmleri seçtim.


  • Biutiful
  • Black Swan
  • True Grit
  • King’s Speech
  • Social Network
  • Winter's bone
  • The Fighter (bonus film :)

Sizlerden de benim listemdeki filmlerden seçtiğiniz sahneleri veya sizin de uzunca bir süredir izlemek isteyip şubatta kavuştuğunuz filmlerden sahnelerinizi bekliyorum.