Breathless



Breathless benim en çok sevdiğim -hatta daha abartılı bir tabirle taptığım- filmlerden biri. Bu ay yazacağım filmleri belirlerken kapanışı Breathless ile yapmaya daha en başından karar vermiştim ve Esra da bu filmden bir sahne seçtiği için blogumda ilk kez bir film için -bu film Breathless olduğu için çok mutluyum- iki ayrı yazı birden oluyor :) 

Benim Breathless'ta en çok sevdiğim sahneler Michel'in Patricia'nın dairesine sığındığı zamanlarda aralarında geçen konuşmalar ve birbirlerine karşı tutumları. Bahsetmek istediğim sahnede de Patricia, Michel'e "Sen bana bakmayı kesene kadar sana bakacağım" diyor ve elindeki rulodan Michel'e bakmaya devam ediyor. Sonrasında yumuşak bir öpüşme sahnesi görüyoruz. Fakat filmin en güzel yanlarından biri de tüm bu romantizme rağmen Michel'in anti-kahraman özelliklerinin ve Patricia'nın kafasının karışıklığının sürekli devam etmesi ve aralarındaki ilişkinin karmaşıklığının bitmek bilmemesi.

Bahsettiğim sahneyi videoda 7:38'ten sonra izleyebilirsin.



Beyaz Bant



Ne zaman bir Haneke filmi izlesem sarsılıyorum ve allak bullak oluyorum. Filmin bitmesi bir rahatlama hissi vermiyor, aksine daha da çok düşündürüyor ve düşündükçe daha da çok rahatsız ediyor. Bildiğiniz adamı duvara çarpıyor sanki Haneke'nin filmleri.  

Geçen yılın en iyi filmi Beyaz Bant'tı benim için. Haneke'nin gerçekçiliği, etkileyiciliği ve bunların yarattığı pessimizm yine iliklerime kadar işledi Beyaz Bant'ı izlerken. Hiyerarşi, disiplin, saygı ve cezanın bir neslin üzerindeki etkisi; suçu, suçluluğu ve yavaş yavaş faşizmi doğurması muhteşem işlenmişti filmde. Bahsetmek istediğim belirli bir sahne yok filmden; ama papazın kızının cezaya çarptırıldıkta sonra bayılması ve oğlunun bir yandan ağlarken bir yandan da suratının aldığı nefret ve hınç ifadesi gerilimi tavan yaptıran, Haneke'nin ciddiyetini çok etkileyici bir biçimde hissettiren sahnelerdi.



Pınar'ın Sahnesi



Film noir etkisinin de bulunduğu bu aşk nefret dengesizliği içerisinde üçlü bir ilişkiyi alan filmde  Gilda'nın (Rita Hayworth) o şeytani cezbedici oyunları bana neden bilmem inanılmaz bir zevk vermiştir. Sonlarına doğru "put the plame on mame" söylerkenki tüm sahne senin bloga girmeyi hak ediyor. (Aslında o filmde başka sahnelerim de var. O da Johnny'i gördüğü ilk zamanki saçlarını savuruşu ve pis pis bakışı... Johhny Farell'i ne kadar sevip nefret ettiği bakışı..of of of..bak heyecanlandım tekrar )
Eldiven sahnesi tabii tek başına legendary olmuş artık. Hak ediyor da ayrıca:) Bir de üzerine filmin o şahane kostümleriyle ayrıca diğer dans sahneleri de tek başına dikkat çekiyor..
Gelmiş geçmiş en"femme fatale", en karanlık, en gizemli en efsanevi kızıl kadın... Şeytani Gilda ve hayatı alt üst olmuş zavallı Johnny Farell! izlediğin sahnelerde o aşk nefret ilişkisini en derinde hissedebiliyorsun!
-How much i hate you, Johnny?
Ah ah klasiklerin tadı tuzu bir başka oluyor azizim. Ah Gilda...İyi ki varsın :)


Pınar,

Persona



Bergman'dan kimlik, rol ve karakter kavramları üzerine bir başyapıt, Persona. Bana göre filmin en güzel, en metaforik ve en yoğun sahnesini izlemek isterseniz:


Sabrina



"Oh never resist an impulse, Sabrina. Especially if it's terrible"

Audrey Hepburn'den bir sahne daha. Evet kendisine torpil geçtiğimi düşünmeye başlamış olabilirsiniz; ama eğer en sevdiğim aktrislerden biri en sevdiğim şarkılardan birini söylüyorsa ister istemez bu benim en sevdiğim sahnelerden biri olacaktır :p 

Sabrina ve Linus'un birbirlerine karşı hislerinin La Vie En Rose eşliğinde yoğunlaşması çok romantik geliyor bana. İzlemek isterseniz:


Esra'nın Sahnesi



İzlediğim en 'cool' karakterlerin olduğu filmdir belki de "Breathless". Bana nedense Teoman'ın 'hani çok sevdiğin o filmi gördükten sonra, kısacık kestirip saçlarını içtin ilk sigaranı' sözlerinin geçtiği papatya isimli şarkısına ilham kaynağıymış gibi de geliyor. Bence, kendini özgürleştiren her kadına bir rol model adeta Jean Seberg. Hatta bu filmden bana Mehmet ilk bahsettiğinde ve Jean Seberg'in başına gelen acıklı durumları anlattığında ne kadar üzüldüğümü hatırlarım.

Godard'ın kıvrak zekası ve sinema birleşince ortaya çıkan bu kült yapıt, tek bir seferlik değil, bir ömür boyu akla geldiğinde izlenmesi gereken cinsten...Filmin konusu bir hırsız ve onu saklamasını istediği bir kız ile aralarındaki diyaloglar üzerine gelişiyor.

Bu sahnede, Patricia'nın (Jean Seberg) sokaklarda (Champs-Elysees'de) "New York Herald Tribune" sattığı ve bir anda yanına yaklaşan Michel (Jean-Paul Belmondo) ile yine hatrı sayılır bir diyaloga başladıkları sahne.

Filmin fragmanı:



Esra,

Hiroshima Mon Amour



Hiroshima Mon Amour'un başlangıcında birbirine sarılmış iki beden görünür, küllerle kaplı iki beden. Hiroshima'daki tarihin muhteşem bir metaforudur küllere bulanmış ve sarılmış bu bedenler. Vücuda yapışmış  küller Hiroshima'daki savaşı, atom bombasını hatırlatır bir anda. Yağmurla eriyip giden küller savaşın yok ettiği ya da üstüne sineceği aşkları, unutulanları hissettirir.

   

Lavatory-Love Story



Lavatory-Lovestory kısa animasyon film dalında 2009 Oscar adayı. Benim de çok sevdiğim animasyon çalışmalarından biri. Film, çiçekler dışında tamamen siyah-beyaz çizimlerden oluşuyor. Benim bu kısacık filmden en sevdiğim sahne kadının yerleri temizlerken hayal kurmaya dalıp uçup gittiği sahne :)
Animasyonu izlemek isterseniz:

  

UMUT



"Modernleşme adı altında toplumun sınıfları arasındaki mesafe artar, güçlü-güçsüz, zengin-fakir, haklı-haksız ayrımı para ve varlık temelli bir boyut kazanır. Yılmaz Güney filmleri çağdaşlaşan Türkiye’nin toplumsal ve politik düzenini en doğal ve yalın haliyle gözler önüne sererken insanları düşündürmeye, yöneticileri ve burjuvaziyi kızdırmaya, fakirin ve emekçinin ise umudu olmaya baslar. Tasarlanan hayatları olması gerektiği gibi anlatan Yesilçam filmlerinin  tam aksine Yılmaz Güney’in yarattığı bu devrimci sinema, sanatı sınıf mücadelesinin ve toplumsal uyanışın önemli bir aracı olarak görür."

Fakir arabacının atının ölmesi hiç önemli değildir, çünkü zengin adamın arabası ata çarpıp zarar görmüştür. Parasız adamın şikayet etmeye, şikayet merciinin karşısında oturmaya bile hakkı yoktur. Üstüne üstlük aşağılanır ve kovulur merkezden.



Wild Strawberries



Ingmar Bergman beni en çok etkileyen, en çok şaşırtan yönetmenlerden. Bugün bahsetmek istediğim sahne de Bergman'ın Wild Strawberries filminden. Wild Strawberries'de Profesör Isak'ın rüyası, hem içeriğinden hem de çekimlerinden çok etkilendiğim bir sahne. Isak'ın yalnızlığı ve ölüme yakınlığı çok güçlü bir anlatımla sunuluyor seyirciye bu rüya sayesinde. Bergman'ın çekimleri, rüyadaki sürreel unsurların sunumu ve özellikle rüyanın bitişi, Bergman'ın ustalığını konuşturmasının ötesinde bir başyapıta imza attığını önceden hissettiriyor. Sahneyi izlemek isterseniz:



Roman Holiday



Prenses kimliğinden sıyrılıp gizlice unutulmaz bir Roma tatili yapan Ann, kraliyete geri döndüğünde basının karşısına çıkar ve beklemediği biriyle karşılaşır. Joe, Ann'in Roma tatilinin romantik kahramanıdır; ama bu sefer prensesin karşısına gazeteci olarak, gerçek kimliğiyle çıkmıştır. Joe, Ann ile göz göze geldiğinde,  bakışlarıyla tatilde yaşadıkları her şeyin aralarında bir sır olarak kalacağının güvencesini verir ve Ann'e kibarca gülümser.

   

Kill Bill 1 & 2

  

Kill Bill, Tarantino'nun etkilendiği filmlere saygı duruşunda bulunan ve dövüş filmlerine ait pek çok öğeyi içinde barındıran bir seri. Tabi Tarantino'nun bu öğeleri kurnaz mizahıyla harmanladığını ve seyirciye farklı bir  film lezzeti sunduğunu da belirtmek gerek. 

Benim bugün bahsetmek istediğim iki siyah-beyaz sahne var Kill Bill'den. (Siyah beyaz eski filmlere de çok hakim olan Tarantino'nun bol referanslı ve göndermeli Kill Bill serisinde siyah beyaz sahnelere yer vermesi tahmin edersiniz ki kaçınılmaz bir durum :) 

Kill Bill 1'de "The Bride" (Uma Thurman), O-Ren'den (Lucy Lui) intikam almak için gittiği House of Blue Leaves'te dev bir orduyla karşılaşır ve dövüşürken kafaların kopmasıyla, kolların bacakların uçmasıyla artan şiddet artık siyah beyaz sahnelerle sunulur seyirciye. Bu bağlamda siyah beyaz sahne seyircinin rahatsızlık  duymasını azaltan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor; fakat gelin görün ki film renkli sahneye geçtiği an bu sefer mekanın ışığı kapatılıyor ve The Bride karanlıkta dövüşmeye zorlanıyor. Burada Tarantino'nun şiddet  sahnelerine duyduğumuz hassasiyeti tiye aldığını mı yoksa buyrun efendim renkli sahne ama ışıkları kapadık,  korkmayın simsiyah görün insanları dediğini mi anlamamız gerekiyor, emin değilim açıkçası.

Bir diğer sahne de Kill Bill 2'den. Bu sefer siyah beyaz sahne flashback amaçlı kullanılıyor ve The Bride'ın düğününe düzenlenen saldırıyı ve kilise katliamını izlememiz sağlanıyor. Bu sahnenin acımasızlığı da en çok etkilendiğim sahnelerden. 

Filmlerin fragmanlarını izleyip olanı biteni hatırlamak ister veya filmler hakkında fikir edinmek isterseniz buyrunuz:



Arda'nın Sahnesi



Ocak ayının başında blog’un bu ayki konseptini gördüğümden beri (ki değinmeden geçemeyeceğim, olağanüstü olmuş!) benim de bir sahne yazasım vardı, ama ne olduğunu çıkaramamıştım bir türlü. Aralıklarla düşündüm üzerinde, şüphesiz insanın aklına bir sürü alternatif de geliyor; ama olur ya hani, zihninizin gerisinde unuttuğunuz bir şey olduğundan eminsinizdir, aklınıza gelenlerin o şey olmadığından da eminsinizdir, gel gör ki hatırlayamazsınız bir türlü. Benimki de öyleydi işte: emindim gönlümde apayrı yeri olan, çok çok sevdiğim bir siyah-beyaz sahne olduğundan ama ne olduğunu çıkaramamıştım bir türlü. Ta ki yarım saat önce apansızın kafama dank edene dek: “8 ½” daki harem sahnesi!

Hepimizin zihninin içinde en güzel anılarımızı sakladığımız bir sandık var muhakkak, ara ara açıp baktığımız. “8 ½” un kadınlara düşkün baş karakteri Guido’nun ise zihnindeki bu ayrıcalıklı yeri hayatında tanıdığı tüm kadınlara ayırıp, kendi sandığını enikonu bir hareme dönüştürmüş olmasına şaşmamalı. Guido için son derece güzel, sinemasal bakımdan değerlendirildiğinde ise efsane bir fikir! Sahnenin her bir karesinde taşmakta olan enerji bir yana, bu hayal âleminin kırılganlığı ve sonrasında Guido’nun, bu saklı cennetinde ortaya çıkan krizi çözme metodu düşünüldüğünde baş karakterin psikolojik profilini on dakikada seyircinin gözleri önüne sunmasıyla her türlü övgüyü hak ediyor.

http://www.youtube.com/watch?v=pWZmOkDdfAk
  

Arda,


Raging Bull



Ekrana simsiyah yansıyan ring iplerinin oluşturduğu çerçevede Jake La Motta'nın görüntülendiği bu sahne çok sade olduğu kadar çok da anlamlı bir sahne benim için.
İçerde Jake'in sergilediği güç gösterisi sadece ring ile sınırlı; ringin üstinde, iplerin arasında olduğu sürece var oluyor sanki Jake. 
Ringin dışında hiçbir yeri görememek, sadece patlayan flaşları fark etmek ise işin aslında bir showdan, bir eğlenceden ibaret olduğunu, Jake'in sonraki kariyeri ile boksör kariyeri arasında aslında büyük bir benzerlik olduğunu vurgular cinsten.

  

Vincere



Vincere geçen yılın en etkileyici filmlerinden biri. Mussolini 'nin en güçlü dönemleri için, yönetmenin oyuncu kullanmak yerine Mussolini'nin halka hitap ettiği gerçek video kayıtlarından yararlanması ve bunu filmdeki izleklerden  biri haline getirmesi Vincere'nin sinema dilini çok farklı ve başarılı kılıyor.

Filmde, Giovanna Mezzogiorno'nun oyunculuğunun da muhteşem olduğunu belirtmeden geçmek istemedim. Kendisini Karşı Pencere'den hatırlayabilirsiniz.

   

Veronika Voss



Filmin sonu yaklaşırken Veronika Voss psikolojik bunalımını ve kaybettiği şöhretini bir an için gölgede bırakacak çok etkileyici bir performans sergiler. Veronika Voss'un o anki karizması ve cazibesi, Fassbinder'in kontrastı çok yüksek bu siyah beyaz sahnesinde daha yoğun  ve daha güçlü bir anlam kazanıyor. 

  

Susuz Yaz



Susuz Yaz'da su kanalının önünü keserek köy halkını zor duruma sokan ve vereceği su karşılığında para isteyen Osman'ın, ölümünün kimseyle paylaşmadığı, kendine parsellediği suda gerçekleşmesi ve su yolunun kapağının açılmasıyla suyun Osman'ın cansız bedenini kusması çok etkileyicidir. Erol Taş'ın oyunculuğu göz doldurur.


Mary And Max



Mary and Max, biri Avustralya'da diğeri New York'ta yaşayan iki mektup arkadaşını anlatan, gerçek bir hikayeden uyarlanmış bir stop-motion. Animasyonun Avustralya'da geçen sahneleri kahverengi tonlarında, New York kısmı ise siyah, beyaz ve gri. Mary yalnız, küçük bir çocuk; Max ise 40'lı yaşlarında asosyal ve takıntılı bir adam. Mary'nin Max'e yazdığı mektupta "Çocuklar nasıl doğar" sorusuna Max'in verdiği cevap ve cevabı yazarken kafasında beliren görüntü, mizahına çok güldüğüm sahnelerden.

"Sevgili Mary,
Maalesef Amerika'da çocuklar kola kutusunda doğmuyor. 
Annemin anlattığına göre Yahudiysen hahamların,
 Hrıstiyansan Katolik rahibelerin, ateistsen de fahişelerin kuluçkaya 
yattığı yumurtalardan doğuyorsun."
  
  

Bir Kadın'dan Bir Sahne


İkisi de Hable Con Ella'nın siyah beyaz sekansından alınma. İçtiği iksir yardımıyla gençleşmeyi umarken sürekli küçülen adam ve onu seven kadının hikayesi. Adam dışarıda, küçük ve onsuz yaşamanın nasıl da anlamsız olduğuna kanaat getirip hayatını "içeri"de sürdürmeye karar veriyordu.
Filmi çok severim, bu sahneler de çok güzel ve anlamlı bence.

Bir Kadın,
   

Hacer'in Sahnesi


"Stay with this kid, he is a loser" 

The Hustler'da Paul Newman'ın o serseri hali karambolcü bir bilardo oyuncusuna cuk diye oturur. Hayatta sürekli kaybeden biri olarak efsanevi oyuncu Minnesotalı Fats'ı yenerek ülkenin en iyisi olduğunu kanıtlamaya çalışan Hızlı Eddie istediği miktarda para kazansa da sırf Fats'e meydan okumak için oyundan çekilmez, en iyisi olduğuna dair büyük laflar eder. O sırada yanlarında bulunan kumarbaz Bert Gordon ise Fats'e oyuna devam etmesini önerir ve "O" nun bir mağlup olduğunu söyler. Bunu duyan Eddie'nin bakışları, arkadaşıyla dialogları, gülüşü,  oyunun devam etmesi, kaybeden Eddie'nin hali en sevdiğim siyah beyaz sahnelerdendir. Ayrıca aynı gecenin sabahında otogarda Sarah'la tanışmalarını takip eden sahneler de çok çok hoşuma gider :)
                       
http://www.youtube.com/watch?v=1jBQqBIhSzQ&feature=related
                                            
Hacer,
                  

Vesikalı Yarim


"Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık"

Hüznüne hayran olduğum filmlerden biridir Vesikalı Yarim. 
Sabiha ile Halil'in yollarının ayrılacağını, kaderlerinin birleşmeyeceğini hissede hissede izlersiniz filmi. Birbirlerini sevmişlerdir ama Sabiha bir cümleyle özetler her şeyi: "Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık". Halil evlenmeden önce, Sabiha pavyona düşmeden önce...

  

Siyah Beyaz Sahneler

Ocakta seçeceğim sahnelerin renkleri biraz değişecek; çünkü tamamı veya bir kısmı siyah beyaz filmlerden, en sevdiğim siyah beyaz sahneleri yazacağım bu ay. Sizlerin de favori siyah beyaz sahnelerinizi merakla bekliyorum. Blogum şeklen de bu ayın konseptine hazır olduğuna göre bence artık başlayabilirim :)
Keyifli okumalar.