Melancholia



Melancholia, ,benim için 2011'in en çarpıcı filmi. Distopyan bir filmin bu kadar sarsıcı ve yıpratıcı olabileceğini hiç düşünmemiştim açıkçası. Filmin daha henüz başında gösterilen muhteşem kareler, filmin atmosferini o kadar güzel kuruyor ki -güzel derken filmin amacına güzelce hizmet edişinden bahsediyorum, yoksa pek de iç açıcı kareler değil aslında - o malum sona yaklaşışı içinde gibi hissettirerek devam ediyor film. 
Filmin ikinci kısmında Justine karakterinin değişen halet-i ruhiyesi çok etkileyiciydi. Filmden seçtiğim sahnelerin de filmin ilk yarısında ve ikinci yarısında (Trier tarafından iki parçada işleniyor film) Justine'in durumunu en iyi betimleyen sahneler olduğunu düşünüyorum. 
Filmin ilk yarısında Justine'in küvete giremeyecek kadar bitkin olduğu ve ayağını bile kaldıramadığı sahnede sanki benim de bütün enerjim çekilmiş gibi hissettim. Filmin diğer yarısında Melancholia'nın ışığının Justine'in vücudunu yıkadığı sahne ise bence hem çok estetik ve erotik bir sahneydi, hem de bir nevi ölümle dans edişti sanki.




My Week with Marilyn



Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en meşhur film yıldızı Marilyn Monroe'nun İngiltere'de film çekimi için bulunduğu bir haftayı anlatan bu filmi merakla bekliyordum ve Randevu Film Festivali'nin seçkisinde bu filmi görür görmez hemen biletimi aldım. Film, Monroe'nun İngiltere'de çekilen filmi The Prince and The Show Girl filminin asistanlarından Colin Clark'ın günlüğünden uyarlanmış ve film Colin'in film setinde Marilyn ile kurduğu ilişkiyi anlatıyor. Sinemanın o şaşaalı dönemini benim gibi çok  merak edenlerdenseniz filmin inanılmaz bir atmosferi var ve keyifle izleniyor. Filmin başında acaba Michelle Williams Marilyn Monroe'yu nasıl canlandırdı diye düşünürken Marilyn'in uçaktan indiği sahneyle beraber kendimi büyülenmiş bir şekilde filmin içinde buldum. Marilyn'in o muhteşem star ışığına sahip ve hakimdi Michelle Williams'ın Monroe canlandırması.

Filmin en etkileyici sahneleri Marilyn Monroe'nun çok büyük bir film starı ve hatta bir marka olduğunu aslında kendisinin de bildiğini hissettirdiği sahnelerdi. Marilyn'in aslında kırılgan, sevgiye muhtaç ve yalnız karakterinin bu kadar meşhur ve gözde oluşu ile yarattığı tezat, filmde incelikle işlenmişti.

Son olarak şunu diyebilirim ki, aslında o dönemi ve Marilyn Monroe'yu böylesi güzel kotarılmış bir filmde izlemek çok keyifliydi; ama bu Marilyn Monroe sonuçta, onu izlemek insanda buruk bir his de bırakmıyor değil.

  

Esra'nın Filmi The Artist



Sahne Seçtim Ben’in Aralık temasına yazmak gerçekten mutlu ediyor beni, önce bunu belirteyim. Tam bir ödül töreni freaki olarak, henüz daha adaylar açıklanmadan bu konsepte yazacağım film aklımdaydı. Fakat hali hazırda SAG ve Golden Globe adayları da açıklanmışken büyük bir hevesle, bu senenin son yarısında izlediğim filmler arasında favorim olan ile alakalı birkaç cümle karalamak güzel olacak.
Sözü fazla uzatmadan filmi ifşa ediyorum; The Artist.
1920’ler ve 30’lar Hollywood’unda inişe geçen ünlü bir aktör ve bu aktör sayesinde büyük çıkışını yapan bir aktristin temelde basit bir hikaye üzerine kurulmuş olan ilişkisini anlatıyor film. Bu filmi izlemeden hemen önce Midnight In Paris’i izlemiştim ve The Artist’i izledikten sonra vardığım sonuç zamanda geriye gidebilmek için, gece yarısından sonra Paris’in arka sokaklarına gitmeme gerek kalmadığıydı. Sanırım filmi kendim adına en iyi bu cümle ile ifade edebilirim.
Ve de 2011’i geride bırakmaya başladığımız şu günlerde açıklanan SAG ve Golden Globe adayları arasında da en iyi film, en iyi erkek oyuncu (Jean Dujardin) ve en iyi kadın oyuncu (Bérénice Bejo)  dallarında aday. Hani hep Golden Globe için Oscar provası derler ya, Oscar’da da yine ana ödüllerde adaylığını koyacağını ve hatta ödülü alacağını düşünüyorum.
Yazıyı sonlandırmadan geleyim en sevdiğim sahnesine The Artist’in;
Peppy’nin, George’un ceketiyle aşk yaşadığı an. Peppy bu sahnede henüz çok ünlü değildir ve dönemin en ünlü aktörlerinden George Valentin’e de sırılsıklam aşıktır. Gizlice George’un soyunma odasına girer ve orada George’un ceketine vücut buldurarak bir süre romantizmin doruklarına çıkar.
2011 biterken, birkaç aya sahibini bulacak olan en iyi film ödülü Oscar’ını alması kuvvetle muhtemel olan Artist’in fragmanıyla baş başa bırakıyorum sizleri.


 

The Ides of March



2011 Oscarları için konuşulan filmlerden biri The Ides of March. Ama nedense bende pek de oscar için yarışabilecek bir film hissiyatı uyandırmadı. Senaryonun çok hızlı geçtiği yerler vardı, stajyer kızın hikayesi zayıftı, en sevdiğim aktörlerden Philip Seymour Hoffman'ın canlandırdığı karakter de aşırı klişeydi bana kalırsa. Filmde oyunculuk adına Ryan Gosling'in çok iyi bir performans sergilediğini söyleyebilirim. Bir de filmin siyasi entrikaları ele alış biçimini sevdiğimi belirtmem gerek. Siyasilerin beyin takımlarının rekabeti ve hileleri;  aralarındaki kuşak farkının yarattığı farklılıklar perdede izlemesi keyifli çatışmalar doguruyordu. Filmde pek çok sahnede dikkatimi çeken bir unsur da yüzleşmelerin gerçekleştiği sahnelerde ışığın kullanımıydı. Yüzlerin yarısını aydınlatan ışıklar bu işin içindeki herkesin ikiyüzlülüğünü vurgular cinstendi. 

  

2011'in sonuna yaklaşırken...

Artık yavaş yavaş bu yılın filmleri değerlendirilmeye ve ödüller sahiplerini bulmaya başladı. Tahminimce ayın 15'inde Altın Küre adaylarının da açıklanmasıyla bu en'li listeler alıp başını gidecek. Ben de üzerine bir şeyler söylemek istediğim 2011 filmlerinden sahneler seçerek bir seçki oluşturacağım bu ay. Sizlerden de 2011 filmlerinizin sahnelerini bekliyorum. 

P.S: Sight&Sound dergisinin 2011 değerlendirmesine göz atmak isterseniz:  

Hangi İnsan Hakları?


"Hangi İnsan Hakları?" benim de 2 yıldır ufak bir parçası olduğum Documentarist ekibinin düzenlediği bir film festivali. Bu yılın teması da "Çocuklar ve Hakları". Haftasonu ne izlesek diyenler için yarın -cumartesi- festivalin son günü ve tüm gösterimler ücretsiz. Festivalde gösterilen belgeselleri incelemek ve festival programına göz atmak için:


He's Just Not That Into You


"I don't deserve you. That's my favorite one."

 He's Just Not That Into You, kadın-erkek ilişkileri üzerine kurulu, kalabalık kadrolu, bol Hollywood yıldızlı film furyasından. Filmde karakterler dışında sıradan insanların direk kameraya karşı ilişkilerdeki bahaneler veya yalanlar üzerine konuştukları kısa bölümler var ve onlardan biri oldukça eğlenceli. Resimdeki iki kadın erkeklerin ayrılırken kullandığı klişe sözlerden bahsediyor.

http://www.youtube.com/watch?v=APdfCXufnOA

7 Kocalı Hürmüz


 
Seyirciye dönük Türk filmlerini düşündüğümde aklıma ilk Ezel Akay'ın filmleri geldi. Ezop'tan masallar olarak izlediğimiz filmlerinin sonuncusu 7 Kocalı Hürmüz, belirgin oyunculuklarıyla, tiyatro sahnesine benzeyen dekoruyla ve bol müzikli yapısıyla doğal ve minimal olmanın aksine dışavurumcu ve şaşaalıydı. Ezel Akay'ın da röportajlarında bahsettiği şey filmin batının alışık olduğumuz anlatım tarzını değil de doğununkini baz aldığı idi. Filmin belki de dördüncü duvarı en bariz yıkan sahnesi, "yalnız kullar" eşliğinde topluca dans edilen sahnede Hürmüz'ün seyirciye göz kırpışı ve ardından kameranın görünmesi idi. 
 
 

Persona



Persona'nın başlangıç sahnesini yazmayı düşündüğüm an filmi yeniden izlemek, film üzerine yeniden bir şeyler okumak istedim. Çünkü her seferinde farklı bir şey görüyorum -veya gördüğümü zannediyorum- ve filmden anladıklarımın kesinliğini biraz daha yitiriyorum. Üzerine o kadar çok eleştiri yazılmış ki ben de bir makale paylaşmak istedim burdan, vaktiniz olursa okuyun derim. (Makalenin dili İngilizce)

Persona'nın başlangıç sahnesinde küçük çocuğun ekrana dokunduğu sahne, üzerine pek çok şey söylenen bir sahne. Sahne bir yandan çocuğun Elizabeth karakteri ile bağlantısı üzerinden okunuyor; ama diğer yandan da çocuğun dokunduğu resim Elizabeth'in portresi; ama bu resim muğlak bir şekilde Anna'nın görüntüsüne de dönüşüyor.

     

Amelie



Amelie, sinemada film izlerken kimsenin dikkatini çekmeyen küçük detayları fark etmeyi sevdiğini ve eski Amerikan filmlerinde şoförlerin araba sürerken yola bakmamalarını sevmediğini anlatırken...

Amelie insanı mutlu kılan, sinemanın o iyileştirici efsununu sunan filmlerden biri. Benim de en favori filmlerimden... Amelie o kadar güçlü bir karakter ki yarattığı o muhteşem dünyanın varlığına inanmaktan ve o  dünyaya dahil olmaktan başka bir çare bırakmıyor :) Ee ne de olsa bir enginar bile bir kalbe sahiptir!
  
   

A Cock and Bull Story



A Cock and Bull Story, 2006 İstanbul Film Festivali'nde yabancı film dalında Altın Lale'yi kazanan film. Festivalle tanıştığım yıl, Emek Sineması'nda bu filmi izlerken bir yandan güldüğümü bir yandan da "bu nasıl bir film, değişikmiş" dediğimi hatırlıyorum :) 

Film, bir romandan uyarlama ve filmin yönetmeni, The Killer Inside Me'nin de yönetmeni olan Michael Winterbottom. Resimde gördüğünüz sahnede de filmin içindeki filmin başrol oyuncusu (doğal olarak filmin de başrol oyuncusu) "bakın film içinde film çekiyoruz, bunu da size anlatıyoruz" dercesine bizlere rolünden bahsediyor. Film hakkında daha detaylı bilgi edinmek ve fragmanını izlemek isterseniz:

  

Funny Games



Sinemada şiddet üzerine konuşulduğu zaman es geçilemeyecek filmlerden biri Funny Games. Filmin 1997  Avusturya yapımı ve bir de Amerikalılar izlesin diye yeniden İngilizce çekilmiş 2008 yapımı mevcut. Film sinemada alışık olduğumuz şiddet ve gerilim unsurlarıyla seyirciyi delirtecek derecede oynuyor. Tabi bunu yaparken seyirciyi ti'ye almaktan, seyirciyle dalga geçmekten de geri kalmıyor. Filmin dördüncü duvarı yıkan sahnelerinden birinde de Anna'yı köpeği bulması için yönlendiren Paul kameraya dönüp göz kırpıyor. Bu sahneyi izlerken afalladığımı hatırlıyorum. 


Film boyunca Haneke'nin bizi maruz bıraktığı anlamsızlaşan ve saçmalaşan şiddet, filmden sonra üzerine düşündükçe beyninizi kemirebilir. Benden uyarması... 

Epey Bir Zaman Sonra

Çook çok uzun bir süreden sonra yeniden merhaba. Epey bir zaman geçti yazmayalı ve nasıl başlayacağımı da bilemedim açıkçası bu kadar aydan sonra. Bu süre zarfında "neden yazmıyorsun, yazacak film mi kalmadı, blogunu kapattın mı" gibi sorulara pek net cevaplar veremesem de "ama artık yeter, yaz artık" diyerek kendi kendime çıkışınca güzel bir konsept arayışına girdim. Galiba içime sinen bir temam var artık. Bu ay "dördüncü duvarı yıkan" sahneler olacak blogumda. Seyirciyle beyazperde arasında olduğu hayal edilen o dördüncü duvarı  yok sayıp karakterlerin bize hitap ettiği sahneler... 

Aklınıza ilk Woody Allen fılmleri veya Funny Games geliyorsa bence başlamaya hazırız :)
Sizlerden de sahnelerinizi bekliyorum bu ay.
Sevgiler,

Gönül Yarası



Gönül Yarası'nın en güzel sahnesidir benim için. Dünya'yı bir türkü bara götürür Nazım ve orada Aynur'un muhteşem sesiyle mest olur Dünya. Gözyaşlarını tutamaz şarkıyı dinlerken. Nazım, Kürtçe bilmediği halde şarkıya ağlayan Dünya'ya şaşırır; ama bu şarkıya ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerekir? 



Benim Tatlı Kanaryam - My Sweet Canary



Benim Tatlı Kanaryam, rembetiko müziğin divası Roza Eskenazi'nin hayatını ve şarkılarını anlatan bir belgesel. Rembetiko müziğin ne olduğunu belgesel esnasında öğrenmem ve bu kadar yakınımdaki bu müzik türünü bu kadar geç anlamış olmam çok şaşırttı beni. Çadırımın Üstüne, Aman Doktor, İzmir'in Kavakları rembetiko müzik türünün şarkıları mesela. 
Filmin enterasan yanı Roza Eskenazi'nin peşine düşen yönetmenin yolculuğuna 3 sanatçıyı da dahil etmesi.  Yunan, Türk ve de bir İsrailli sanatçı ile Roza'nın izini sürmeye başlıyor yönetmen. Roza'nın müziğini etkileyen   üç kültürün de insanlarıyla ilerliyor film. Yönetmenin elinde Roza'nın müzik kayıtları olmasına rağmen bu yorumcuların rembetiko performanslarını da izliyoruz belgesel boyunca. İşte bu noktada ben bu performansların yönetmenin anlatmak istediğine çok büyük bir katkıda bulunduğunu düşündüm belgesel boyunca. Roza'nın pek çok şarkısının, bu 3 sanatçının ve diğer konuk sanatçıların canlı müzik performansları ile sunuluşu, paylaşılan ve ortak bir kültür olan çok sesli bu müziğin anlaşılırlığını arttırıyordu. Müzisyenleri ve yorumcuları dinledikçe, onları sahnede izledikçe  Roza'nın müziği daha güçlü bir anlatıma kavuşuyordu.


  

Müzikli Geri Dönüş

Film festivali sonrası büyük bir rehavete kapıldığımı itiraf etmeliyim. Benim için sinemasız ve biraz yoğun geçen bu süre zarfında çok az film izleyebildim ve bloguma da uzunca süre bir şey yazamadım. Bugün izlediğim bir belgesel, sonrasında beni sinema ve müzik ilişkisi üzerine düşünmeye teşvik etti. Merak ettiğim şey müzik performanslarının  filmin ve seyircinin üzerinde yarattığı etki. Beyazperdede birini şarkı söylerken görmek filmin gidişatı sırasında çok büyük bir yoğunluk yaratabiliyor. Soundtrack veya arka fon müziğinin çok çok ötesinde bir etki oluşturabiliyor filmlerdeki performanslar. Müzik ve görüntü birlik olarak anlatıyı çok güçlü kılıyor. Ne demek istediğimi sahneler üzerinden anlatarak daha rahat açıklayabileceğimi düşünüyorum. Bir de bu ay, filmlerdeki müzik performans sahnelerine ek olarak çok beğendiğim, adeta bir kısa film gibi oluşturulmuş müzik videoları üzerine de yazmak istiyorum. Görüntü sanatının müzikle kaynaşması üzerine bol bol kafa yoralım bu ay. Sizlerin de müzik performanslı sahnelerinizi ve çok beğendiğiniz video klipler  hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum. 

P.S: Bu ayki temamı belirlememi sağlayan, bana ilham veren belgesel film Documentarist İstanbul Belgesel Günleri'nde izlediğim "My Sweet Canary- Benim Tatlı Kanaryam".

NEDS - Serseriler



Üzerine birkaç bir şey yazmak istediğim, festivalin iyi filmlerinden biri de Neds'ti. Film, çok çalışkan ve örnek öğrenci John McGill'in büyüdükçe okuldan kopuşunu ve mahallede serserilik yapan bir gruba dahil oluşunu anlatıyor. Filmi izlerken napsın şimdi bu çocuk bu sosyo-ekonomik koşullar altında dedim durdum. Orta sınıfın "İyi bir gelecek için eğitim şart!" inanışını sorgulatan, olay örgüsü başarıyla kurulmuş bir film Neds. John'un evde her daim sorun çıkaran babasını izlediği sahne de filmde en çok etkilendiğim sahneydi.



Nostalgie de la lumière - Işığa Özlem



Şili'de bulunan Atacama çölü dünyada nemin olmadığı tek bölge. Astronomi ve arkeoloji çalışmaları için de dünyadaki en elverişli yerlerden biri. Dünyanın ve kainatın nasıl oluştuğunu, insanlığın nereden geldiğini araştıranlara mesken olan bu çölde, geçmişle derdi olanlar sadece bilimadamları değil maalesef. Şili'nin yakın tarihindeki askeri darbede katledilen binlerce kişinin cesedi de bu çöle gömülmüş ve ölenlerin yakınları da yıllardır bu çölde kayıplarının cansız bedenlerine ulaşmaya çalışıyor. Bir yanda dev teleskoplarla milyonlarca, milyarlarca yıl öncesindeki geçmişi araştıran bilimadamları, bir yandan Şili'nin yüzleşemediği yakın tarihinin kanıtlarını arayan Şilililer... Herkesin bu çölde buluştuğu ortak bir amaç var, o da "geçmişin izlerine ulaşmak". 

Işığa Özlem, son bir-iki yılda izlediğim en iyi belgeseldi diyebilirim. Atacama çölünün şahidi olduğu tüm bu olan biteni muhteşem bir anlatım tarzı  ile izlemek çok etkileyiciydi. 


    

La Vida Util



25 yıldır bir sinematekte çalışan Jorge'un, bu sinemateğin kapatılması ile işsiz kalışını anlatan bir film La Vida Utile. Yıllardır sinemayla yatıp kalkan, beyazperdenin ışığı ile yaşayan Jorge'un, dışarıdaki hayata, güneş ışığına çıkışı ile yaşadığı değişiklik anlatılıyor filmde. Tabi bu alışık olmadığı düzene geçişinde de Jorge'a en çok yardımcı olan şey yine sinema :) Resimdeki sahne Jorge'un şaşkınlığını ve duraksamasını çok güzel betimleyen bir sahne.


  

Hanyo-Hizmetçi



Eve yeni gelen hizmetçinin evin aşırı zengin işadamı beyefendisi ile münasebetini anlatan Hanyo, yer yer gerilim,  yer yer dram ve yer yer erotizm içeren, aşırı estetize edilmiş sahnelerden oluşan bir film. Bunun yaratılmasında filmde mekan olarak kullanılan  devasa malikanenin zerafetinin ve derinliğinin etkisinin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Mekan kullanımının çok başarılı olduğunu düşündüğüm sahnelerden birini de yukarıda görebilirsiniz. İşadamını, karısını ve hizmetçiyi  aynı kadrajda gördüğümüz bu sahnede kapının kadınlar üzerinde yarattığı sınırlar ve adamın kadrajın merkezinde konumlandırılıp her iki kadının sınırlarının ötesinde,  hükmeder bir pozisyonda bulunuşunun etkili bir sahne olduğunu düşünüyorum.


    

Passione



John Turturro'yu Big Lebowski'deki Jesus olarak hatırlarsınız belki. Benim en çok sevdiğim komedilerden Romance&Cigarettes'in de yönetmenidir ayrıca. Bu festivalde de Napoli müzikleri üzerine bir filmi vardı kendisinin.  Passione çok yüksek bir tempoyla. çok güzel müziklerle başladı; ama maalesef ortalarından sonra temposunu kaybetti. Akdeniz insanının sıcakkanlılığı ve Napoli insanının müzik aşkı da yer yer kurtaramadı filmi. Filmin Napoli'den görüntülerle başlayan ilk sahnesini izlemek isterseniz:


   

Nader and Simin, A Separation



Bir Ayrılık, festivalin merakla beklenen filmlerinden biriydi ve benim de festival boyunca izlediğim filmler arasında en iyisi, adeta kusursuz olanıydı. Film bittiğinde böyle olağanüstü bir senaryo nasıl yazılır ve bir hikaye nasıl bu kadar muhteşem anlatılır diye düşünmekten kendimi alamadım. "Kurgu bir filmi nasıl vezir eder, başarılı oyunculuklar bir filme neler katar ve içerik bir film için ne kadar önemlidir"... Tüm bunları gözlemleme  fırsatı buldum bu filmi izlerken. 

İran'ın adalet ve yargı sistemini, varlıklı sınıfın ve alt sınıfın ilişkisini, çatışmasını; evliliğin dinamiklerini, ailede kadın, erkek, yaşlı veya çocuk olmanın rollerini ve beklentilerini incelikle işleyen bir film Bir Ayrılık. Beni can evimden vurduğu nokta ise insan olmanın belki de en temel özelliklerini ve güdülerini ele alış biçimindeki  doğallık ve gerçekçilikti. 

Bir Ayrılık'tan seçtiğim sahne filmin henüz başında, Nader ve Simin'in ayrılmak için çıktıkları mahkemede yargıç karşısında tartıştıkları sahne. Nader ve Simin'in karakterlerini anlaşılır kılan ve evliliklerindeki sorunları detaylıca gözler önüne seren bu sahne filme çok hızlı bir şekilde bağlanmanızı sağlıyor.


P.S:  Bir Ayrılık 27 Mayısta vizyona giriyor.

Rabbit Hole



Çocuklarını kaybetmiş ailelerin katıldığı grup terapisinde bir kadının "Tanrının bir meleğe daha ihtiyacı vardı ve kızımızı yanına aldı"yorumuna katlanayamayan Becca'nın "Neden sadece bir melek daha yaratmadı, yani o  Tanrı, neden kendine sadece bir tane melek daha yaratmadı?" diyip terapiye daha fazla tahammül edememesi Rabbit Hole'ün en çok etkilendiğim sahnesiydi.


  

Angelica'nın Tuhaf Vakası

  

Etrafımdaki izleyicilerin absürd ve biraz fantastik bulduğu bu film (Beraber izlediğim arkadaşımın film hakkındaki düşüncesi: "Saçma bir filmdi") beni festivalde en çok etkileyen filmlerden biri oldu. Ölmüş Angelica'nın resimlerini çekerken ona aşık olan Isaac'ın, sonrasında fotoğraf makinesinden gördükleriyle,   Angelica'nın hayaliyle, ruhuyla ve aşkıyla kafası iyice karışıyor. Filmin benim için oldukça orjinal ve muhteşem finaliyle beni masalsı bir maceraya sürüklediğini, sinemada ölüm ve aşk temaları üzerine kafamı bir güzel yorduğunu ve ufkumu genişlettiğini, tüm bunları da nostaljik  ve naif sahneleriyle, piyano eşliğinde güzelce yaptığını belirtmeliyim.

Isaac Angelica'nın resimlerini çekerken odanın ambiyansı, kocaman avizenin yaydığı ışık ve de boylu boyunca uzanan Angelica,  filmin en muhteşem sahnesini oluşturuyordu bence. 


P.S: Filmin yönetmeni 101 yaşındaki Portekizli Manoel de Oliveira

  

Another Year



Festivalin benim için en güzel yanlarından biri de içleri dolu dolu olan sakin dram filmleri :) Another Year da şimdiye kadar izlediğim festival filmleri içinde en çok sevdiklerimden biri oldu. Olgun ve neşeli Tom ve Gerri çiftinin masalarına davet ettikleri yakınlarına muhteşem yemeklerinin yanı sıra huzur ve neşe verdikleri, esprilerle ve şarapla dolu sofra sahneleri filmin en güzel sahneleri idi.



Armadillo



Taliban'a karşı savaşarak bölgeye barış ve yardım vaad eden Armadillo kampına katılan Danimarkalı askerleri anlatan bir filmdi Armadillo. Militarizm ve savaş üzerine bolca çıkarım yapılabilecek bir filmdi; ama benim fikirlerimin tamamen zıttımı düşünen biri de filmden kendi istediği gibi çıkarımlar yapabilirdi. O bakımdan filmin anlatmak istediği bir derdinin olmadığını söyleyebilirim. (Ödül konuşmasında bizleri şaşırtan Kathryn Bigelow 'un durumuna benzer :p )

Filmde en başarılı bulduğum sahne askerlerden birinin Counter Strike benzeri bir oyunda bomba attığı sahnenin ani bir geçişle gerçek bir gece bombalama sahnesine dönüşmesiydi. 

http://www.youtube.com/watch?v=0DDuRraJbOg

Pina



Pina Bausch ve modern dans ile tanışmaydı bu film benim için. Dansın pek de alışık olmadığım bu formunu izlemek zaman zaman zorlasa da çok farklı bir histi Pina'nın dansçı arkadaşlarının onu ifade etme biçimi. Galiba en çok etkilendiğim sahne Pina'nın öldüğünde aslında hafiflediğini ve arındığını düşünen dansçının ona ithafen böyle bir dans seçmesiydi.  Açık havada, çimlerin üstünde, sandalyenin üzerine çıkıp hafifçe kendini bırakma hissi...

http://www.youtube.com/watch?v=ouEc-3MlGZ4

  

Les Petits Mouchoirs - Küçük Beyaz Yalanlar



Kalabalık bir arkadaş grubunun -gruplarından bir arkadaşlarının ağır bir trafik kazası geçirip hastanede kalmasına rağmen- yaz tatiline gidişini ve orada birbirleriyle olan ilişkilerini irdeleyen bir film Les Petits Mouchoirs. Oldukça eğlenceli bir film; fakat oldukça da uzun bir film. Filmin dram-komedi arasında gidiş gelişleri de bazen beklenmedik kaçabiliyor.

Benim filmden seçtiğim sahne Max'in rüyası. Max'in tatilde iki büyük sorunu var: Vincent, Max'e ondan hoşlandığını itiraf ettikten sonra  Max Vincent ile göz göze gelmemek için uğraşıyor. Bir yandan da tatilin başından beri çatısındaki davetsiz sansarlardan kurtulmaya çalışıyor. Tabi Vincent ve sansar, birleşip Max'i  rüyasında yakalayınca ortaya çok komik bir sahne çıkıyor. Uzun zamandır bir sinema salonunda böylesine büyük bir topluca kahkahaya şahit olmamıştım. 



İstanbul Film Festivali'nden Sahneler

Bu ayki sahnelerim İstanbul Film Festivali'nden. Sinema adına çok verimli bir ay geçireceğimi ve bol bol sahne seçeceğimi şimdiden belirteyim :) Sizlerden de festivalde izlediğiniz filmlerden seçtiğiniz sahneleri bekliyorum.

      

A Scanner Darkly



A Scanner Darkly rotoskop yöntemiyle çekilmiş bir film. Bu yöntemde, film için çekilen her sahnenin yansıtılan görüntüsü çizimle bir kağıda aktarılıyor ve birleştirilen çizimlerden ortaya farklı bir animasyon tekniği çıkıyor. 

A Scanner Darkly "substance D" adlı uyuşturucunun dağıtım şebekesini araştıracak olan ajan Bob Arctor'un (Keanu Reeves) bu uyuşturucuyu kullanmaya başlamasıyla git gide kendi benliğini kaybetmeye başlamasını   anlatan bir film. Fakat aslında işler pek de göründüğü gibi değil. Yukarıdan Arctor'un her hareketi gözetim altında ve uyuşturu ağı da muğlak sınırlara sahip. 

Benim filmde en çok etkilendiğim sahne Arctor'un kimliğinin tanınmaması için giydiği kostümün içindeyken yukardan aldığı emirler ve o emirlere göre karşısında onu dinleyenler için yaptığı konuşma.


   

Uzun Bir Aradan Sonra

Uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba. Bu ay pek çok problem yüzünden hiç de verimli yazamadım ve bu ayın konseptine uygun, izlemek istediğim filmleri de izleyemedim. Hal böyle olunca da uzun bir süre uzak kaldım blogumdan. Mart bitmeden olmazsa olmaz dediğim 2-3 filmden sahnelerimi yazacağım ama. 

Bu ayki durum hiç içime sinmedi; ama nisanda İstanbul Film Festivali'nden sahneler ile blogumun bereketli bir döneme gireceğinin müjdesini  şimdiden vermek isterim. 20'den fazla sahnem olacağını umuyorum :)
Bir de bugün bloglara arık rahatça girilebileceğinin kesinleştiği gibi bir haber aldım, umarım doğrudur. 


P.S: Sinemada en sevdiğim kadın karakterlerden biri olan Maggie The Cat'i canlandıran Elizabeth Taylor'ın vefat haberine çok üzüldüğümü belirtmeden geçmek istemedim.

  

Minority Report



Minority Report'un herkesin gözlerinin her an tarandığı ve herkesin her an gözlendiği yüksek teknolojili dünyasında, insanların suç işleyeceği önceden belirleniyor ve de bu insanlar suç işlemeden önce yakalanabiliyor. Fakat bu kusursuz olduğu söylenen teknoloji sırtını kehanetlere yaslıyor ve kaderci bir tutuma sahip. Suç işlemeyeceğini ispatlamak isteyen John karakteri ise her şeyin kontrol altında olduğu ve izlendiği bu dünyada masumiyetini ispatlamaya çalışıyor.

"Göz", filmde izlenen-takip eden ilişkisini çok güzel betimleyen bir sembol. Benim de filmde en çok etkilendiğim sahne, teknolojinin her daim herkesi izleyen gözünü alt etmeye çalışmak için göz naklinin gerçekleşmesi. 

Minority Report, -abartı aksiyon ve efekt sahnelerini sevmesem de- gözetim toplumu üzerine söz sahibi bir film. 



The Truman Show



Truman herkesin gözünün önünde doğmuştur ve hayatı kurgulanmış bir showdan ibarettir. Yayın sahibi, Truman için dev bir gezegen yaratmıştır ve Truman'ın evinde, yurdunda kalması için her şey ayarlanmıştır.  Hatta Truman'a uzaklar tehlikelidir mesajı vermek için babasının denizde boğulması bile sağlanmıştır.

Bana göre filmdeki en çarpıcı sahne, Truman'ın kendi dünyasının sınırlarını aşacağından korkan Christ'in (Truman Show'un yayın sahibinin adının Christ olması da pek bir manidardır bence) Truman'ın  teknesini dev bir fırtınayla  batırmak istemesinden sonra yaşananlardır. Tüm dünya onu izliyor, onu herkesin gözünün önünde ölüme terk edemezsin tepkisine, Christ "Tüm dünyanın önünde doğdu zaten" gibi bir cevap verir. Truman,  Christ için bir kuldur aslında ve kendisi de Truman'ın tanrısıdır.


   

Gözetim Toplumu Üzerine Filmlerden Sahneler

Bloglara uygulanan bu sansür aslında şunu ima ediyor. Araştırmanızı, yazmanızı, çizmenizi, fikir üretmenizi ve paylaşmanızı durdurduk, yasaklıyoruz. Bunu da yasalara dayanarak yapıyoruz. İfadeleriniz üzerine yaptırım uygulayabiliyor ve ifade hakkınızı kısıtlayabiliyoruz. Açıkçası bu ay, bu kapatma kararının üzerine bloguma hiçbir şey yazmamayı düşündüm; ama  bu durumu protesto edecek bir şeyler yazmanın, hem de bunu sinema sayesinde gerçekleştirebilmenin sergileyebileceğim en iyi duruşlardan biri olacağını düşündüm. İnternet sansürleri, yasaklar, kurallar derken aklıma gözetim toplumu üzerine söyleyecek sözü olan filmler geldi. Hegemonyanın kitleleri yönettiği, onların sınırlarını çizdiği ve her şeyi kontrol altına aldığı filmler... Medya, internet ve teknoloji ile gözetlenen; yasaklarla ve sansürlerle idare edilen toplumlar, karakterler... 


BLOGUMA DOKUNMA !



Mart tatsız başladı maalesef. Bloglarımıza uygulanan sansür kararı yüzünden verdiğimiz onca emek görmezden gelinmekte. Açıkçası bir şeyleri kurcalamadan, ayarları değiştirmeden, adreslerle ilgili değişiklikler yapmadan kendi sayfama girememek huzursuz hissettiriyor beni. Özgürlüğümün, bireysel bir hakkımın kısıtlandığını hissediyorum ve internet konusunda alınan kararların nasıl bu kadar yasakçı ve acımasızca olduğuna akıl sır erdiremiyorum. Tüm blog sayfalarının erişime kapatılması internet tarihimizdeki  trajikomik ve utanılası durumlardan biri daha olmasının yanında neye çözüm olacak bilmiyorum. 
   

Son Tahminler

Natalie Portman tamam, Colin Firth tamam. Ben de herkesle aynı fikirdeyim. Yardımcı erkek oyuncu Oscar'ı  için benim gönlümden Geoffrey Rush geçiyor; ama Christian Bale alırsa da hiç üzülmem. Bu iki oyuncu da muhteşemlerdi bence. Yardımcı kadın oyuncu adayları içinde favorim Melissa Leo, bence çok iyi bir performanstı. Helena B. Carter'ı çok sevmeme rağmen bu rolünde beni çok etkilemedi açıkçası. En iyi orjinal senaryoyu Inception veya The Fighter, En iyi uyarlama senaryoyu da The Social Network almalı diye düşünüyorum. Ama sıra en iyi filme gelince kim alır, The Social Network mü, The King's Speech mi yoksa sürpriz bir film mi Oscar'ı kazanır, bir türlü karar veremiyorum ve çok meraklanıyorum. Ama aklımdan hep oyların çok bölüneceği ve az bir farkla en iyi filmi Toy Story 3'ün kazanacağı geçiyor. Hayalperest miyim acaba :)


Oscar Hakkında Bir Yazı

Kediler ve Kitaplar en çok sevdiğim bloglardan biri.  Çavlan'ın Oscar adayı filmler hakkında çok güzel bir yazısı var, ben de paylaşmak istedim. Okumak için buyrunuz:

83. Oscar Ödülleri: En İyi Film Adayları
  
    

The Social Network



Filmi izlerken şunu düşündüm. Facebook'un bu kadar popüler oluşunun arkasındaki hikaye gerçekten de çok ilgi çekici. Sinemada da iyi bir hikayeyi anlatabilmenin yolu senaryodan ve kurgudan geçiyor bence, tamam.  Ama bu kadardı film benim için. Facebook'u öğrendim, Mark Zuckerberg neler yapmış gördüm. Fincher her şeyi tertemiz halletmiş, aynen beklediğim gibi. Bu kadar...

Mark Zuckerberg'ün masabaşında hırslı hırslı "If you guys were the inventors of Facebook, you would have invented Facebook" dediği sahne de filmde en çok etkilendiğim sahneydi. 



Oscar Weekend



Sinemanın en ihtişamlı ödül töreni Akademi Ödülleri bu pazarı pazartesiye bağlayan gece sahiplerini buluyor. Küçüklüğümden beri Oscar'ı yakından takip eden biri olarak Oscar temalı bir haftasonu oluşturmak istedim. Umarım hoşunuza gider. Yandaki anketlere oy vermeyi unutmayın. Sizce Oscarlar kimlere gitmeli bu sene?



Black Swan



Uzun zamandır sinemada bu kadar sancı çektiğim bir film daha hatırlamıyorum. Özellikle filmin son yirmi dakikası nefesim kesildi diyebilirim. Nina'nın beyaz ve siyah arasında, sanrılarla ve acılarla dolu değişimi, dönüşümü ve mükemmele ulaşma çabası... Black Swan'ı kesinlikle beyazperdede izleyin.

Filmde en çok etkilendiğim sahne Siyah Kuğu'nun dans sahnesiydi. Natalie Portman ve sahnenin  görselliği  muhteşemdi.


  

Çağatay'dan Bir Sahne



I have no idea to this day what those two Italian ladies were singing about. 
Truth is, I don't want to know. Some things are best left unsaid.

(The Shawshank Redemption)

http://www.youtube.com/watch?v=lSzatzy8WvM

  

The Shawshank Redemption



Filmin o muhteşem sonuna kadar sinir sistemim hafif bir çöküntüye uğradı; ama o meşhur sahnede öyle bir kaptırıyor ki insan kendini, sanki ben yaşamışım gibi etkilendim :)
(Hollywood'un sessiz sakin ama zeki karakterleri anlattığı filmlere karşı zaafım var benim. Akıl Oyunları'nı izlerken de aynısı olmuştu.)
O kadar sahne arasından filmin en meşhur ve en klişe sahnesini seçmek istemezdim; ama o an yaşadığım duygu selini inkar edemiyorum maalesef. (bkz: yukardaki resim)
Bir de Gilda'yı izledikleri sahne ve sonrasında Red'in Rita Hayworth'u Andy'ye getirmesi bence unutulmaz  bir sahne.

http://www.youtube.com/watch?v=C0RZNIFZxoY

Thelma & Louise



Yol filmleri denilince akla gelen ilk filmlerden biri olan Thelma&Louise, beklenmedik bir yolculuğa çıkan iki kadının her şeye meydan okuması üzerinden ilerleyen bir film. Ufak bir tatil planı, Thelma ve Louise için bir özgürlük arayışına dönüşüyor ve belanın da  yolculuğa dahil olması ile Thelma ve Louise, aranan iki kanun kaçağına dönüşüyorlar. Thelma&Louise kadının toplumsal cinsiyet kimliğini tersyüz eden ve adaletin ve özgürlüğün aslında ne kadar da eril tanımlandığını gösteren bir film. Tecavüze yeltenen bir adamı vurmak başka bir erkeği kahraman yapabilecekken, kadını zan altında bırakabilecek, yalancıya dönüştürebilecek bir neden mesela.

Filmde Thelma'nın biraz çıldırdım galiba demesinin üzerine Louise çok güzel bir cevapla karşılık veriyor. Sen hep çılgındın Thelma, bu sadece senin kendini gösterebildiğin ilk fırsatın. Filmin çok kısa bir özeti sanki bu sahne.



  

Casablanca



Rick: You know what I want to hear. 
Sam: No, I don't. 
Rick: You played it for her, you can play it for me! 
Sam: Well, I don't think I can remember... 
Rick: If she can stand it, I can! Play it! 


   

The King's Speech



Yanıp sönerek canlı yayın uyarısı veren ışığın Colin Firth'ün yüzüne vurduğu sahne ve o an Colin Firth'ün yüzündeki ifade... Colin Firth ne muhteşem bir oyuncudur öyle. 

Henüz Oscar yarışındaki tüm filmleri izlemedim; ama favorim şimdilik The King's Speech.

  

Let Me In



Hepimizin bildiği üzere güneşte parıl parıl parıldayan ve  kansız yaşayabilen vejeteryan vampirlerin olduğu bir Twilight dünyası var günümüzde ve bu durum pek çok vampir filmleri hayranını kızdırıyor aslına bakılırsa. Nerede o vampirlerin eski karizması, kudreti ve vahşiliği dedirten bir durum bu. Kansız vampir filmi mi olurmuş yahu, vampir dediğin insanın boynuna bir atladı mı bütün kanı emene kadar bırakmaz benim bildiğim diyip daha fazla Twilight karalama kampanyası yapmayacagım; ama konuyu burada Let Me In'e çevirebilirim diye düşünmekteyim :) 

Let Me In vampirseverleri oldukça tatmin ettiğini düşündüğüm, türün geleneklerine ve olmazsa olmazlarına bağlı bir film. Genel olarak çok büyük efektlerin kullanılmadığı, gösterişsiz, loş ve bulanık sahnelerin çoğunlukta olduğu bir film. Filmdeki gerilim unsuru zoraki ve yapay durmuyor ve filmdeki hikayenin inceliğiyle güzelce paslaşıyor.  (Abby ve Owen'ın ilişkisi)

Benim filmde en çok etkilendiğim sahne filmin en iddialı ve gösterişli sahnesi aslında. Bir vampirin güneş ışığına maruz kalınca başına neler geldiğine tanık olduğum bu sahne tansiyonumu yükseltmiş olabilir. Bu sahnenin ve birkaç avlanma sahnesinin  filmde gerilimi birden arttıran, Let Me In'in tuzu biberi denebilecek sahneleri olduğunu da belirteyim. 

Some Like It Hot



En sonunda blogumun Jesus'u Marylin Monroe'dan bir sahne geliyor :)
Some Like It Hot, Marylin Monroe ile özdeşleşmiş bir film ve yapılan çoğu ankette sinema tarihinin en iyi komedi filmlerinden biri seçiliyor. Filmin neşesi ve enerjisi çok yüksek ve mizah yönü çok kuvvetli. Some Like It Hot'ı izlerken sanki tüm komedi filmlerinin ilham kaynağını izliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Singing In The Rain kadar keyifli bir filmdi. Filme Marylin Monroe'nun zerafetini ve romantizm dozu yüksek müzik performanslarını da dahil edince ortaya Marylin Monroe'yu efsaneleştiren bir yapım çıkmış.

Some Like It Hot'ın en çok eğlendiğim sahnesi vagondaki parti sahnesiydi. Ufak bir içki arayışının vagonda dev bir partiye dönüşmesi, herkesin zincir şeklinde birbirini uyandırıp partiye davet etmesi ve Jerry'nin çileden çıkarması çok keyifliydi. İzlemek isterseniz 

   

The Fighter



The Fighter'ı Hollywood'dan klasik bir dövüşçü filmi daha çıktı önyargımla izlemeye başladım; ama film dallanıp budaklandıkça filmden beklentimin çok çok üzerinde bir keyif aldığımı itiraf etmeliyim. En başta Micky'nin mütevazılığı ve egoistik bir kahraman olmaması The Fighter'ın sizi ters köşeye yatıran en önemli yanlarından biri. Karşınızda kafası karışık; kardeşiyle, annesiyle ve sevgilisiyle orta noktada buluşup sorunlarını çözmeye çalışan, abisinin başarısının gölgesi altında kalmış, bir yandan da boks kariyerinde başarı sağlamaya çalışan kararsız bir boksör var. 

The Fighter'da tüm diğer çok başarılı oyunculukların yanı sıra Melissa Leo'nun canlandırdığı Micky'nin annesi Alice karakteri benim filmdeki favori karakterimdi. Alice iki boksörün de hem annesi hem menajeri. Kalabalık bir aileyi idare ediyor ve her zaman tüm otoriteyi de elinde tutmak istiyor. Bu bağlamda Melissa Leo'nun çok derin bir karakter yarattığını söyleyebilirim. 

Bir de filmin en sevdiğim yönlerinden biri Dicky'nin sivriliğinin, Micky'nin sakinliği ve mütevazılığı ile çok güzel paslaşmasıydı. Filmi izlerken Dicky çok öne çıktı veya Micky çok geri planda kaldı diyemedim. Galiba burda senaryonun iyi yazılmış olmasının etkisi büyük. Ayrıca Christian Bale'in tam da akademi üyelerinin seveceği cinsten bir karakteri çok başarılı canlandırdığını belirteyim. Kendisi az önce Bafta'yı alamasa da Oscar'ı alır diye düşünmekteyim :)

Gelelim filmden seçtiğim sahnelere. Filmde boks maçlarının, aynı televizyonlarda yayınlandığı gibi sunulması The Fighter'da teknik yönü çok başarılı olan sahneler. Karıncalı ve canlı görüntüler, boksörlere yapılan yakın plan çekimler ve tepeden ring çekimleri sanki film değil de televizyonda canlı maç izliyormuş hissi uyandırıyordu. Bir de "Ward vs. ......" sahnelerini beğendiğimi söyleyebilirim. Bu boks sahnelerini izlerken, umarım sahneler Rocky 'ye veya Raging Bull'a dönüşmez umuduyla izledim ve o sahnelerden daha sade olmasına sevindim.


Dogtooth



Dogtooth geçen senenin en çok konuşulan filmlerinden ve bu senenin de en iyi yabancı film Oscar adaylarından biri. Film, bir ailenin çocuklarını dış dünyadan korumak için uyguladıkları absürd ve abartı uygulamalar üzerinden ilerliyor. Mesela çocuklar en fazla evin çitlerine kadar gidebiliyor ve dış dünyayla,  cinsellikle ilgili merak uyandırabilecek kelimeleri yanlış öğreniyor. (Örneğin çocuklar için otoyol bir rüzgar türü, seyahat bir kaplama maddesi, vajina bir lamba çeşidi) Dışarısı sadece babanın gidebileceği, canavar kedilerin onları parçalama ihtimali olan bir yer.

Benim filmde en çok etkilendiğim sahne, babanın dinledikleri müziği çocuklara büyükbabalarının bir şarkısı olarak tanıtması ve Frank Sinatra'dan Fly Me To The Moon çalarken çocuklara bu şarkıyı tercüme etmesi:

Babamız bizi sever, annemiz bizi sever.
Biz onları sever miyiz, evet severiz.
Kardeşlerimi çok severim, onlar da beni sever.
İlkbahar evimize dolar, kalbimizden taşar.



Kosmos



Kosmos'u nihayet izleyebildim. Muhteşem bir görsellik, derinleştiğini sandığınız an anlamsızlaşan dialoglar, inanmaya başladığınız an yapaylaşan karakterler... Kosmos'un gerçeküstü dünyasındaki bu kurgusal, yapay  düzen çok farklı bir seyir zevki sunuyor. Bir bütünlük oluşmaya başladığı an dağılıyor film sanki. Reha Erdem'in bu sürreel dünyasından çok etkilendiğimi söyleyebilirim. 

Tüm bu saydıklarımdan da öte bence filmin en muhteşem yönü sesiydi. Ses hem teknik olarak hem de filmin içeriğinde çok büyük bir role sahipti ve çok uzun zamandır sese bu kadar hakim, sesi bu kadar iyi kullanan bir film izlemediğimi söyleyebilirim.

Filmde en çok etkilendiğim sahneler de sesin çok öne çıktığı sahneler. Görsel olarak çok iddialı sahnelerden ziyade, ördeklerin kar üzerinde koşuşturduğu bir sahneye hayran kaldım mesela. Kameranın kovalamacası ve ördeklerin karda koşuşturmasıyla ortaya çıkan görüntü ve sesler çok etkileyiciydi. Ayrıca Kosmos ile Neptün'ün   çıkardıkları seslerin ilişkilerindeki en önemli faktör oluşu da filmin en farklı ve en etkileyici unsurlarından biri.


Biutiful



Biutiful'un Inarritu'nun filmografisinde farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum. Bu sefer kesişen hayatlar, uzak mesafeler veya kronolojik bozukluklar yok. Biutiful, ana karakter Uxbal'ın illegal göçmenlere iş ayarlaması, iki çocuğuna elinden geldiğince iyi  bir baba olmaya çalışması ve bir yandan da kendi hastalığıyla boğuşması üzerinden ilerliyor. Tabi Uxbal'ın mistik yönünü de unutmamak gerek. Ben bu metafizik unsurun filme yakıştığını, bir orjinallik kattığını düşünüyorum. Ruhun 21 gram oluşunun ötesine geçmiş bu sefer Inarritu.

Biutiful'un tek bir karakterin üzerinden ilerlediğini düşününce de Javier Bardem'in çok başarılı bir performans sergilediğini ve beni Uxbal olduğuna inandırdığını söyleyebilirim. Ayrica Barcelona'nın arka sokaklarını ve keşmekeşliğini Inarritu'nun hareketli ve bol ışıklı sahnelerinden izlemek keyifliydi. Ama filmde beni içine çekemeyen, bağlayamayan bir şey vardı. Uxbal'ı tanıdıktan ve anladıktan sonra heyecanımı yitirdiğimi söyleyebilirim. Olay örgüsü çok sıkı ve vurucu olmasına rağmen bazı olan-bitene bir türlü şaşıramadım ve filmin yer yer derinleşemediğini düşünüyorum. Nedense aynı hissi 21 Gram'dan sonra izlediğim diğer Inarritu filmlerinde de duymuştum. Yine de filmin görüntüleri ve temposu, olayların akışı ve işlenişi beklediğim gibi oldukça başarılıydı.  Filmin bu yönlerinden büyük bir zevk aldım Biutiful'u izlerken.

Gelelim filmden seçtiğim sahnelere. Bence polisin zenci seyyar satıcıları kovaladığı sahne tempoyu tavan yaptıran, çok başarılı bir sahneydi. Kameranın da koşarcasına hızlı hareket ettiği sahneler, kovalamacada görüntülenen detaylar ve bu sahnedeki ses unsuru çok etkileyiciydi.

Bahsetmek istediğim bir diğer sahne çok önemli bir spoiler içeriyor, o yüzden dalgaların kıyıya vurduğu sahneyi çok beğendim diyip geçiyorum. İzleyince ne demek istediğimi anlarsınız bence :)

Sonuç olarak Biutiful kalbur üstü bir film, izlemenizi tavsiye ederim. Ben hala 21 Gram'a takılmış durumdayım,  ondan daha iyi bir Inarritu filmi bulamadım karşımda; ama Biutiful'u izlemek keyifli ve tatmin ediciydi.

http://www.youtube.com/watch?v=m_OrqZQV8p8

Şubat Başlarken

Her yerde film listeleri görüyorum: ölmeden önce izlemeniz gereken filmler, 90'ların en iyi filmleri, 2010'a damgasını vuran filmler, Oscar yolunda ipi göğüsleyecek filmler, vs...
Uzun bir süredir göz gezdirdiğim bu listelerden ben de etkileniyorum ve bu ay için ben de bir liste oluşturmaya karar verdim. Hem festivallere damgasını vuran filmlerden hem de hala izlemediğim için utandığım,  kült filmlerden oluşan bir şubat listesi yaptım kendime. Bu ayın teması da dolayısıyla şubatta izlemem gereken filmler gibi bir şey oldu. Ama bu listeyi bir gereklilik olarak tanımlamak istemediğim için gelin "şubat listesinden sahneler" diyelim bu ayın konseptine :)

Aslında bir nevi bir meydan okuma yarattım kendime bu ay, izlediğim filmlerden vazgeçip izlemediğim filmleri seçerek. Bu sayede bolca film izleyeceğim ve sahnelerin yanı sıra filmlerle ilgili düşüncelerimi anlatabileceğim genel eleştiri yazıları da yazabileceğim. 

Şimdi listemin kısa bir tanıtımını yapmak istiyorum. Üç başlığa böldüm listemi. İlk olarak hala izlemedim yahu ben bunları dediğim ve de çok merak ettiğim filmleri seçtim. İlk başta aklıma şu filmler geldi:

  • The 400 Blows
  • ½
  • Casablanca
  • Thelma&Louise
  • Grease
  • Pulp Fiction
  • 12 Angry Men
  • Taxi Driver
  • A Clockwork Orange
  • Big Lebowski
  • Some Like It Hot
  • Blow-Up
  • The Shawshank Redemption

Daha sonra 2009 ve 2010'da izlemek istediğim, festivallerde ses getiren filmleri koydum listeme.
 

  • Antichrist
  • Copie Conforme
  • A Serious Man
  • Broken Embraces
  • Kosmos
  • Let Me In
  • Dogtooth
  • Mother

Ve son olarak da bu yıl bolca ödül toplayan ve Oscar adaylıklarıyla konuşulan filmleri seçtim.


  • Biutiful
  • Black Swan
  • True Grit
  • King’s Speech
  • Social Network
  • Winter's bone
  • The Fighter (bonus film :)

Sizlerden de benim listemdeki filmlerden seçtiğiniz sahneleri veya sizin de uzunca bir süredir izlemek isteyip şubatta kavuştuğunuz filmlerden sahnelerinizi bekliyorum.

Breathless



Breathless benim en çok sevdiğim -hatta daha abartılı bir tabirle taptığım- filmlerden biri. Bu ay yazacağım filmleri belirlerken kapanışı Breathless ile yapmaya daha en başından karar vermiştim ve Esra da bu filmden bir sahne seçtiği için blogumda ilk kez bir film için -bu film Breathless olduğu için çok mutluyum- iki ayrı yazı birden oluyor :) 

Benim Breathless'ta en çok sevdiğim sahneler Michel'in Patricia'nın dairesine sığındığı zamanlarda aralarında geçen konuşmalar ve birbirlerine karşı tutumları. Bahsetmek istediğim sahnede de Patricia, Michel'e "Sen bana bakmayı kesene kadar sana bakacağım" diyor ve elindeki rulodan Michel'e bakmaya devam ediyor. Sonrasında yumuşak bir öpüşme sahnesi görüyoruz. Fakat filmin en güzel yanlarından biri de tüm bu romantizme rağmen Michel'in anti-kahraman özelliklerinin ve Patricia'nın kafasının karışıklığının sürekli devam etmesi ve aralarındaki ilişkinin karmaşıklığının bitmek bilmemesi.

Bahsettiğim sahneyi videoda 7:38'ten sonra izleyebilirsin.



Beyaz Bant



Ne zaman bir Haneke filmi izlesem sarsılıyorum ve allak bullak oluyorum. Filmin bitmesi bir rahatlama hissi vermiyor, aksine daha da çok düşündürüyor ve düşündükçe daha da çok rahatsız ediyor. Bildiğiniz adamı duvara çarpıyor sanki Haneke'nin filmleri.  

Geçen yılın en iyi filmi Beyaz Bant'tı benim için. Haneke'nin gerçekçiliği, etkileyiciliği ve bunların yarattığı pessimizm yine iliklerime kadar işledi Beyaz Bant'ı izlerken. Hiyerarşi, disiplin, saygı ve cezanın bir neslin üzerindeki etkisi; suçu, suçluluğu ve yavaş yavaş faşizmi doğurması muhteşem işlenmişti filmde. Bahsetmek istediğim belirli bir sahne yok filmden; ama papazın kızının cezaya çarptırıldıkta sonra bayılması ve oğlunun bir yandan ağlarken bir yandan da suratının aldığı nefret ve hınç ifadesi gerilimi tavan yaptıran, Haneke'nin ciddiyetini çok etkileyici bir biçimde hissettiren sahnelerdi.